Tarih: 22 Aralık 2010
Gün: Çarşamba
Yer: Aguas Calientes
Sabah 6’da Machu Pichu’ya gitmek üzere trenimize bindik.
Hiç Hindistan’daki tren tecrübemiz gibi değildi. Oldukça konforlu ve lükstü. Ama en önemlisi ve etkileyicisi 3 saatlik tren yolculuğu boyunca içinden geçtiğimiz balta girmemiş tropik ormanlar, aralarından geçtiğimiz dağlar, takip ettiğimiz nehirdi.
Bu hayat beni artık hiç şaşırtmasa da, bu dünya beni hala şaşırtabiliyor. Zaman zaman bu hayat mı yoksa sonraki hayatta cennette mi olduğumu kestiremedim, boyutlarda gidip geldim. Herhalde üstümdeki kıyafetlerin parlak mücevherlerle dolu, değişken giysiler olmamaları hala bu hayatta olduğumu hatırlattı.
Tren yolculuğu sırasında yerel meyvelerden (kaktüs meyvesi gibi) ikramlar yaptılar. F. koka çayı içti. Bugün öğrendiğimize göre koka yaprağı, yükseklikle başa çıkabilmek için sadece Peru’da yasalmış ve bu yaprakları sınırdan geçirmek yasakmış. Biz de halbuki kaç gündür saf saf kokadan yapılma çaylar ve meyve suları tadıyoruz. Tam benim şaşkınlığıma geldi. Tabii kimyasal aşamalardan geçmemiş koka bu, o yüzden kötü etkileri yok, hatta bol kalsiyum içeriyormuş. İnka mumyalarının bile ölümden sonra kemikleri birkaç yıl uzamaya devam edermiş önceleri tükettikleri koka yaprağı nedeniyle.
Neyse, Machu Pichu’ya en yakın modern yerleşim Aguas Calientes diye bir köy. Kelimenin tam anlamıyla bir köy. Burada Machu Pichu’dan başka yapacak bir şey yok.
Inti Inn diye bir otele yerleştirildik, 305 numaralı odaya. Motel demek daha doğru olur. Çarşaflarda lekeler var. Gürültülü. F.’le beynimizde şimşekler çakıyor ama ikimiz de birbirimize bir şey demedik. Üstelik rezervasyonlarımızı ayarlayan ajans, dönüş trenimizi yarın öğlenden sonra 4’e ayarlamış. O zamana kadar burada kalmak tam bir kabus olur.
Tren istasyonuna gidip biletimizi erken alıp alamayacağımızı sorduk ve bunun mümkün olduğunu öğrendik. Sonra dağı tırmanmak ve Machu Pichu’ya, kaybolmuş İnka şehri, “El Dorado’ya” gitmek üzere otobüse bindik. Tırmanış tam 30 dakika sürdü.
Değişken Peru havası şansımıza yine yağmuru yağdırdı üzerimize. Ama ışıktan güneş gözlüksüz de durulmuyordu. Dolayısıyla yağmur altında, bu yükseklikte düşmemek için ayağımız nereye basıyor emin olalım diye önümüze bakmaktan etrafımızı rahat rahat gözlemleyemedik.
Ne zaman ki başımızı kaldırabildik, buraların neden bu kadar önemli ve günümüzde popüler olduğunu anladık. Manzara ve %85’i orijinal halinde korunabilmiş İnka şehri gerçekten nefes kesici. Hakikaten gelmeye değermiş. Keşke hava şartları elverseydi de daha rahat gezebilseydik.
İspanyol işgalciler burayı hiç keşfedip, yıkamadığı için böylece korunabilmiş ta ki Amerikalı Profesör Hiram Bingham 1911’de keşfedene kadar. Eski halinde tapınakların duvarları ve kapıları tamamen altın kaplıymış ama daha önce de gördüğümüz yerler gibi zanaat ve işleme ya da oylama yokmuş.
Turistlerin gelmesinden dolayı çok memnunlar çünkü turistlerden kazandıkları para sayesinde buranın bakımı yapılabiliyor. Değilse otlar ve ağaçlar, bu tropik alanda hemen bitiverip, şehri tekrardan saklıyormuş.
Quechua dilinde Machu eski, Pichu da dağ demekmiş. 7 dağ ötesinde Amazonlar başlıyormuş. Gerçekten etkileyici. Her şeyden çok doğa ve manzara muazzam.
Köye geri indikten sonra tren biletimizi değiştirdik ve Cusco’daki otelde bu gece için oda ayarladık. Burada daha fazla kalmamız mümkün değil, hele de bu hava koşullarında. Aslında ajansın kötü tavsiyeleri ve planlaması yüzünden Peru’da en az iki gün kaybettik. Bu zamanı F.’le Buenos Aires’te daha fazla zaman harcayarak kullanmayı tercih ederdik. Halbuki şimdi Buenos Aires’te sadece tam bir günümüz olacak gibi.
All photos, Copyright Travelogueress
No comments:
Post a Comment