Pazar, 4 Nisan 2010
Bu sabah gözlerimi ilk açtığımda aklıma gelen [...] oldu. Her sabah gibi... Zaten her günün her saati en az bir kere aklıma geldi. Sonra odanın ne kadar sıcak olduğunu hissettim. Acaba neredeyim diye kendi kendime sorarken, acaba Hindistan’da mıyım diye düşündüm. Sonra İran’da olduğumu hatırladım hangi şehirde olduğumu düşünmeden. İran’dan aklımda yaptığım ilk bağlantı İran Körfezi’ndeki bir diğer ülke olan Oman oldu. Oman'a hiç gitmedim ama [...] Oman'da çok güzel, huzur dolu günler geçirdiğini (tam olarak 45 gün) [...]. [...] Oman'la ilgili okuduklarım ve gördüğüm resimler gerçekten ziyarete değer bir ülke olduğunu düşündürüyor. Yatakta hala gözlerim kapalı uzanırken, Oman’da [...] gezdiğimi hayal ettim. 28 yaşındaki beynim bana bunun hemen ne kadar saçma bir hayal olduğunu hatırlattı. Suriye'deki çöl sanki beni tedavi etmişti. [...] kabullenmemi sağlamıştı. Ama Londra'ya döner dönmez, günlük hayatıma başlayınca hissettiğim acı ve [...] aynen ya da farklı kademelerde geri döndü. Bazı günler normal geçiyor ama bazı günler dayanılmaz fiziksel bir acı tüm bedenimi hapsediyor. Bu seyahat sırasında da belki biraz iyileşirim diye düşünüyordum. Belki de iyileşiyorum bilemem ama [...]burada da.
Sonra F. perdeleri açtı ve şaşırdım. Yine dağlarla çevrili bir şehirde buldum kendimi, Şiraz’da.
Gece gözüktüğünden farklı gözüküyor gün içinde. Dağlar da kupkuru, sapsarı. Şiraz Tahran'dan daha da sıcak. Buranın baharı, Türkiye’nin Ağustosu gibi.
İlk durağımız çok görmek istediğim Persepolis oldu. Büyük İskender tarafından talaf edilmiş koskoca şehir. Kalıntılar eski Yunan, Roma ve tabii Mısır kalıntılarından çok farklı. Louvre ve British Museum'da gördüğüm Persepolis kalıntılarının ihtişam, detay ve bu hayat ötesi özelliklerinden dolayı hep burayı görmek istemiştim. Elbette güzel ve ilginç. Ama çoğu değerli kalıntı Avrupa'ya kaçırıldığı için burada birşey bırakmamışlar maalesef. Suriye'deki Palmyra'nın Persepolis'ten daha etkileyici olduğunu söylemeliyim. Zoroasta dini hakkında daha çok bilgi edinmeme neden oldu gerçi.
Rehberimizin anlattığına göre güneş, ay, su, ateş gibi elementleri kutsal görmelerine rağmen Ahuramastr isimli tanrıya, yani herşeyi yaratan tek tanrıya inanıyorlarmış.
Rehberin anlattığı ne kadar doğru bilemem ama aynı dönemlerde dünyada var olan diğer dinlerle bunun da benzerlikleri bulunuyor. Yani her medeniyette isimleri farklı olsa da, her birinde Zeus, Baal, AmonRa, Ahuramastra tanrısı bulunuyor. Hatta Zoroastraların bir kutsal kitabı bile varmış (Büyük İskender yakmış bu kitapları).
Kayalıklara eski Ege medeniyetlerindeki gibi kazdıkları mezarlıkları oldukça görkemli.
Bu kaya mezarlıkları etrafında uçuşan doğanları görmek bu kuru iklime ayrı bir masalımsı hava katıyor. Hava daha önce de dediğim gibi oldukça sıcak ve hatta kuru. Siyah mantomun içinde çok rahatsız oldum sıcakta. İklim aslında daha önce hiç hissetmediğim kadar Orta Asya'da ya da o bölgeye yakın olduğumu hissettirdi bana.
Persepolis'ten sonra şehre dönüp Şiraz’ı gezdik. Haklı olarak edebiyatlarıyla gurur duyuyor İranlılar ve güzel bir davranış göstererek büyük şairlerine sahip çıkıyorlar. Sadi ve Hafız için yakın zamanda (devrimden sonra) mullaların itirazlarına rağmen, güzel türbeler inşa etmişler.
Mollaların karşı çıkmalarının nedeni de şairlerin kötü insanlar olduklarına inanmaları ve bunun Kuran’da yazdığını iddia etmeleriymiş! Tövbe tövbe! Sonra ama yumuşamak zorunda kalmışlar çünkü ne de olsa bu şairler dünya edebiyatına mal olup, dünya mirası haline gelmişler.
Türbeler gerçekten hoş özellikle bahçeleri cennetten birer köşe gibi ıhlamur ve yasemin kokuları ağır basıyor.
Şehirdeki yoğun egzost kokusunu bastırıyor. Keşke [...] hakettiği saygıyı görse, insanlar [...]eserleri hatırlasa, ansa, [...] ziyaret edebilse... Artık zaman gösterecek. O zamanları da ben zaten göremeyeceğim. Ama 13'üncü y.y. sanatçılarına çiçek getiren hatta kabrini öpüp önünde dua eden İranlıların oldukça anlaşılmaz olduğunu düşünüyorum.
Neyse, daha sonra Şiraz’ın eski sarayını, kapalı çarşısını, tarih müzesini gezdik.
Genel olarak şehrin herhangi bir Doğu Anadolu kasabasından farklı olmadığını düşünüyorum. Ne yazık ki tüm Türkiye’yi karış karış gezemedim henüz ama bunu çocuklarım olduğu zaman yapmak istiyorum ülkelerini iyice tanıyabilsinler diye. Yani aslında Şiraz’ı Doğu Anadolu'yla karşılaştırmak ne kadar doğru olur bilemem ama kesin olarak bir Orta Asya havası alıyorum.
Daha önce bu bölgeye de gelmemiştim. Ama İran’ı sanki gözümde daha gelişmiş, Şiraz’ı şairleriyle incelmiş, zengin edebiyatıyla daha güzel, ileri bir şehir zannediyordum. Çok yanılmışım. Gezdiğimiz müzelerde gördüğüm eski Şiraz resimleri de 19 y.y.'dan bu yana şehirde pek birşeyin değişmediğini gösteriyor.
Buradaki şoförümüz Akbar mollalardan şikayetçi. Sistemden hoşnut değil. Vodka içtiği için birkaç kere hapse atıldığını söyledi. Mollaların sadece kendileri için ikiyüzlü bir hayat yaşadıklarını, halkın hayatının daha da kötüye gitmesine neden olduğunu düşünüyor. Buradaki rehberimiz Hasan ise Erdoğan’ın İsrail’e olan tepkisini iyi buluyor, akıllı bir adam, güçlü ve iyi bir lider olduğunu düşünüyor. Kendi ülkesi içinde ne işler çevirdiğini bir bilse... Ama Suriye'de de gördüğüm gibi bu bölgenin insanları otokrat, güçlü, yüksek sesli, krallık taslayan liderleri seviyor her nedense. Güçlü bir simge olsun, biz onun peşinden gidelim diye düşünüyorlar. Bu durumu düşünürken fark ettim: Suriye gibi İran’da da halk binlerce yıldır varoluşunda bir kere bile hür iradesine sahip olmamış. Hep krallar, istilalar, sonra yine krallar, şimdi Ayetullah ve mollalar. Yazık. Hiç kendi kendilerine bırakılmamış halk. Kendi adına yaşamına karar veremiyor. Atatürk’e o kadar borçluyuz ki Türkiye’de, buna rağmen İran’a benzemeye çalışıyorlar ya, içimi acıtıyor.
Başka farkettigim, tüm dünyada tüm insanlar aynı. Hepimiz ağlıyoruz, gülüyoruz, yemek yiyoruz, uyuyoruz. Ama bazılarımız suni farklılıklar yaratıyor ve bu farklılıklara sıkı sıkı tutunuyor. Sorunların nedeni de bu. Neden farklılıkları bulup (yaratıp) bunlara tutunmaya çalışıyoruz ki? A.B.D. ve diğer batı ülkelerinin terörist diye adlandırdığı İran’da insanların asıl derdi yaşam savaşı vermek. Her yerde böyle bu. Ama siyasetçiler kendi aralarında ve başka ülkelere karşı güç gösterisi ve para savaşı içine girince nefret, uzaklaşma, fakirleşme, farklılaşmaya neden oluyorlar. Hatta kendi vatandaşlarına bile ayrımcılık yapıyorlar.
Kadınların rahatlık ve özgürlüklerinin ellerinden alınması, kız çocuklarına durdukları yerde tokat atılması gibi (bugün gittiğimiz saray kapısında minik bir kız öylece durmuş etrafa bakınıyordu. Sarayın bekçilerinden biri kıza bir tokat attı, çekiştire çekiştire onu içeri aldı. Kız ya 4 ya 5 yaşında).
Maalesef bu görüntüler Türkiye’de ve diğer ülkelerde de olmuyor değil. Ama hiçbir şey yapmayan (hatta yapsa ne olur) bir çocuğun onurunu rencide eden bir toplumdan ne bekleyebilirim, insanlıktan ne umabilirim?
Artık hiç umudum kalmadı. Allah’ın bana bahşettiği tüm maddi ve manevi zenginlik ve şanslar, imkânlar, olanaklar için çok müteşekkirim. Böyle bir (İran gibi) ülkede doğsaydım, yaşasaydım ya ne olurdu? Peki, bugün gördüğüm küçük kız çocuğu güzel, rahat, mutlu, özgür bir hayatı benden daha mı az hak ediyor ki? Neden bu haksızlık ve eşitsizlik? Allah’ın bunları görmeme izin vermesinin bir nedeni var elbet. Ama nasıl değiştirebilirim, nasıl yardım edebilirim bilemiyorum. Çok kısıtlı (çözüm bakımından) ve güçsüz hissediyorum. Bir çözüm bulmam lazım. Değilse bu umutsuzluk içinde yaşamanın manası ne?
All photos, Copyright Travelogueress
No comments:
Post a Comment