Yaklaşık 10 yaşımdayken, Kuzey Kıbrıs’a geniş bir aile tatili için gittik. Genişten kastım, dayılar, yengeler, kuzenleri içermesiydi.
Ailem ve ben oraya İstanbul'dan uçtuk. Pasaportlarımızın üzerine değil ayrı bir kağıda damga vurdumamız gerektiğine dair uyarılmıştık. Bunun nedeni Yunanistan'a gelecekte yapılabilecek herhangi bir seyahati tehlikeye atmamak içindi.
Daha sonra grubumuzun geri kalanı Girne’de kaldığımız otelde bize katıldılar. Onlar Türkiye'nin Akdeniz koyundan bir feribotla gelmişlerdi. Yolculukları sadece birkaç saat sürmüştü ama bu birkaç saat onlar için tam bir kabus olmuştu.
O sıralarda, büyük dayımın hobileri arasında etrafında olup biten herşeyi kamerayla çekmekti. Böylece feribottaki maceralı yolculuklarını da kaydetmişti. Gemideki hemen hemen herkesi deniz tutmuştu. İnsanlar ortak bir varil içine kusmak icin sıralanmıslardı. Hatta dayım, hasta olmasını engellemek için hap almaya çalışırken, ilacı ağzına atamadan çıkarmaya başlayan yengemi bile kaydetmişti.
Kıbrıs'tayken feribot hikayeleri ve gorüntüleri sayesinde çok gülmüştük.
Gezmeyi kolaylaştırmak için bir tur şirketi ayarlamıştık. Ailem ve ben rehberin bizi adadaki tarihi yerlere götüreceğini umud ederken, tur şirketi tamamen farklı planları olduğunu kavramıştık: bir alışveriş gezisi - ailem ve benim hiç ilgimizi çekmeyen bir gezi türü!
Genel olarak, bu yerle ilgi izlenimlerimiz güzel plajlar ve deniz, eski moda ama sessiz arabalar, zevksiz oteller ve gazinolar ve tembel bir şekilde Türkiye'ye bağımlı bir yer olduğuydu. Tabii ki, seçenekleri yoktu; ambargo gerçekten ekonomiyi sakatlamıştı. Hiçbir sanayi yoktu, çok kısır bir yerdi. Neredeyse içinde modern ve yüzü batıya dönük insanlar oturan büyük bir Doğu Anadolu köyü gibiydi. Ayrıca Kıbrıslı Türk’lerin Türkiye’ye bağımlı olmaktan rahatsız olmadığı izlenimini de edindik. Konuştukları Türkçe de çok farklı ve kesinlikle adalı bir lehçe kalitesi taşıyor.
Cıkartma ve savaş sırasında saldırıya uğramış ve mermi yağmuruna tutulmuş evlerde, ailesi işkence görmüş ve diğer taraftan öldürülmüş yaşlı fertler hikayelerini bize anlattılar.
Avrupa'da iki ülke arasında bölünmüş tek başkent olarak kalan Lefkoşa’ya da gittik. Lefkoşa’yı bir başkent olarak nitelendirmek kolay değildi. Ambargonun Lefkoşa’ya getirdiği zararlar çok açıktı. Sanırım “yalın” kelimesi burayı tasvir etmek için en uygun kelime. Sehirde bulunan sadece birkaç yüksek binadan biri olan ve savaş sırasında gazetecilerin kaldığı otele gitmiştik. Binadaki mermi delikleri hala görünür durumdaydı. Binanın tepesinden BM’nin Yeşil Hattı otesinde açıkca birkaç metre uzaklıktaki Güney Kıbrıs’ı ve “Nicosia’yı” görebilmiştik. Kuzey ve guney arasındaki fark daha büyük olamazdı. Bu fark karşısında şok olmuştuk. “Nicosia” gökdelen dolu, modern, kalabalık bir şehirdi ve sadece birkaç yüz metre ötedeydi.
Bütün alan zaten oldukça küçük. 15 dakikada Kuzey Kıbrıs’ın bir “şehrinden” diğerine seyahat edilebiliyor. Aynı tarihi ve daha başka birçok yakınlığı paylaşan bu insan grubunun, bazılarının herşeye sahip olma ve herşeyi yönetme hırsı yüzünden bölünmüş olması oldukça yazık.
No comments:
Post a Comment