1980’lerin sonunda yaptığımız Doğu Avrupa seyahatimizin başlangıcında, İstanbul’dan Bulgaristan sınır kapısına varmamız sadece 2–3 saatimizi almıştı. Ama sınırda, neredeyse tüm günümüzü harcadık. Bulgar otoriteleri otobüsteki bütün valizleri açtılar, otobüsten inip, gümrüğe yürümemizi, sonra geri dönmemizi, sonra tekrar yürümemizi istediler. Bu böyle birkaç kere devam etti. Açıkça, amaçları geçişimizi kolaylaştırmak değildi.
Sonunda geçişimize izin verildiğinde, otobüsümüz içinde dezenfektan olan bir sıvının içinden geçirildi ki, Türkiye’den Bulgaristan’a mikrop taşımayalım.
Ülkedeki ilk izlenimim, küçücük Lada arabalarının bolluğu ve bunlar içinde taşınılan insan ve mobilya miktarıdır. Görüntü bir parodi gibiydi. Sanki tüm Bulgarlar bütün aile mensuplarını ve bütün hayatlarını bu küçük arabalara sığdırıyorlardı.
Otobüsümüz mola vermek için durduğunda, yaşlı bir kadın yanımıza gelip bize kayısı satmak istedi. Türkçe konuştuğumuzu duyduğunda, bizimle Türkçe konuşmaya başladı. O zamanlar, Bulgaristan’da Türkçe konuşmanın yasak olduğunu biliyorduk. Kadına korkup korkmadığını sorduğumuzda, yüksek sesle korkmak için çok yaşlı olduğunu söylemişti.
Sonra, biz bir dükkânda dolaşırken, sarışın satış elemanının gözleri açıldı ve yüzünü bir gülümseme kapladı. Eline bir parça kâğıt aldı ve üstüne şunları yazdı: “Ben de Türk’üm ama konuşmam yasak.” Farklı bir dönemdi o zamanlar.
Bosna’yla ilgili ilk hatırladığım (o zamanlar sadece Yugoslavya vardı), sabah sisi arkasında saklanmış güzel ve yeşil tepelerin yamacındaki bir köyde verdiğimiz moladır. Korkunç derecede soğuktu ve hala karanlıktı. Kibar ve güleryüzlü yaşlı köylü adam bahçesindeki tuvaletini kullanmamıza izin vermişti. Tuvalet yere kazılmış bir çukurdan oluşuyordu.
Bu benim Avrupa’ya ilk seyahatimdi ve Bosna bana çok Avrupai, hoş ve zengin gelmişti. İnsanlar mutlu ve özgür görünüyordu. Sokaklar düzenli ve temiz, pencereler renkli çiçeklerle güzelce süslenmişti. Hayatımda ilk defa burada sokaklarda rahatça öpüşen çiftler görmüştüm. Bir çocuk olarak bu sahneye tanık olmam beni utandırıyordu çünkü annem ve babam da yanımdaydı.
Otobüsümüzün Türkiye’den geldiği açıkça belli olduğu için Bosna’da sıcakça karşılanıyorduk. Eski Saraybosna’dayken sanki bir Anadolu kasabasındaymışım gibi hissetmiştim. Osmanlı etkileri çok barizdi. Bir kebapçıya gittiğimizi hatırlıyorum ve burada Boşnakçada kebabın “kebabçiçi” olduğunu ve diğer bazı Türkçe kelimelerin sonralarına “çiçi” eklenerek Boşnakçaya çevrildiğini öğrenmiştik.
Tarihi kent Mostar’a yaptığımız yolculuk sırasında, bir şehirden diğerine seyahat etmek için resmi izne ihtiyacımız olduğunu öğrenmiştik. Herhalde, zannettiğim kadar da özgür değillerdi.
Mostar’da tanık olduğumuz çöl sıcağını hala hatırlarım. Ve tabii ki köprüyü de. Gerçek Mostar Köprüsü üzerinde yürüyebilmiş olmaktan dolayı kendimi çok şanslı hissediyorum. O güzel ve özel köprü. Parlak, beyaz mermerden yapılmıştı ve o kadar kaygandı ki birkaç kere düşme tehlikesi yaşamıştım.
Savaş başlayıp da köprü bombalanınca kahrolmuştum. Annemin bana hatırlattığına göre, bombalama gününde, köprünün çöktüğünü televizyonda gördüğüm zaman, işten yeni dönmüş olan anneme koşup, ağlayarak “Köprü yıkıldıııı!” diye haber vermişim.
Bosna’da beni en çok etkileyen nehirlerin keskin temizliğiydi. Tek kelimeyle muhteşemdiler. Aynadan bile daha açıktılar. Savaş sırasında bu nehirlerin kan dolmuş olduğunu düşünmek çok üzücü.
Belgrad’dayken buranın Yugoslavya’daki ana şehir olduğunu kesinlikle anladık. Tam bir şehir havası vardı. Arnavut kaldırımlı, bana İstiklal Caddesi’ni anımsatan ana bir caddesi olduğunu hatırlıyorum. Burada yüksek, gri binalar ve mağazalar vardı. Ne yazık ki, burada yerlilerle pek bir muhabbetimiz olmadı.
Makedonya, yine neredeyse karşılaştığımız herkesin bizimle Türkçe konuştuğu başka bir yerdi. Erkekler kahvehanelerdeki taburelerde oturmuş, tavla oynuyor, sigara ve çay içiyorlardı. Bu resim Türkiye’nin herhangi bir kenarında çekilmiş olabilirdi. Bana, o yasta, bu yer oldukça yalın, pek bir ülke gibi değil ama bir İç Anadolu köyü gibi gelmişti. Ne olursa olsun, insanlardan kaynaklanan sıcak bir havası vardı.
No comments:
Post a Comment