Rusya ve Danimarka hakkında aynı anda yazmak garip. Bu iki ülke birbirinden daha farklı olamazdı. Bu kombinasyonun sebebi aslında Rusya'ya yolculuğumuzda Danimarka üzerinden geçmemiz.
Benim erken bluğ yaşlarımda annem bir iş gezisi için St Petersburg'a gitmek zorunda kalınca babam ve ben anneme eşlik ettik. Annemin çalıştığı şirket Rus havayolu Aeroflot’un güvenli ve çalışanlarını taşımak için yeterince değerli olduğunu düşünmediği icin bu yolla seyahat etmesini istemiyordu! SAS havayolları ile seyahat ettiğimizden gidiş ve dönüşte Kopenhag'da duraklama fırsatımız oldu.
Annem Danimarka’ya daha önce de iş aracılığıyla gitmişti ve bana denizkızı heykeli ve Tivoli Bahçeleri hakkında bazı şeyler anlatmıştı. O zaman ben orada olmadığım için gezisinden zevk alamadığını söylemişti. Ama en sonunda, buraları birlikte görme fırsatımız oldu.
Kopenhag’da denizkızı ve Tivoli Bahçeleri gerçekten en akılda kalıcı yerler. Kopenhag’ı çok temiz, düzenli ve sıkıntı yaratacak ölçüde tipik bir Avrupa şehri olarak hatırlıyorum. En çok etkilendiklerimin bisiklet şeritleri ve her Danimarkalının İngilizce’yi anadili Ingilizce olanlardan bile daha iyi konuşabildikleri olduğunu hatırlıyorum.
Rusya'dan geri dönerken Kopenhag'daki ikinci molamız sırasında, ailemin rahat bir nefes alarak “medeniyete” geri dönmüş olmaktan dolayı mutlu olduklarını hatırlıyorum. Sahsen Rusya'daki deneyimlerimizden dolayı bende bu tip duygular yoktu. Ailemin o anda böyle tepki vermesini anlayamıyordum.
Rusya'da ziyaret ettiğim tek yer ne yazik ki St. Petersburg oldu. Pasaport kontrol kuyruğunda çok uzun bir zaman beklediğimizi hatırlıyorum. Havalimanından şehre giderkenki izlenimlerim daha önce televizyonda gördüklerime benzerdi: ruhsuz beton binalar, çıplak ağaçlar, düz araziler…
St Petersburg’a varır varmaz, bir masallar ülkesinde bulduk kendimizi. Her köşedeki muhteşem heykel, bina, saray, çeşme ve parklara bakmaktan başımızı hangi yöne çevirecegimizi şaşırdık.
Otelimiz Grand Europe – o zamanlar şehrin en iyi otellerindendi. Türkiye'de kötü üne sahip, zamanında Rusya milletvekili olan ve yaptığı yabancı düşmanı yorumlarla tanınan Jirinovsky’i de orada gördük. Grand Europe gerçekten muhteşem bir oteldi. Gece 11’den sonraya kadar batmayan güneş, uyku düzenimizi oldukça bozmuştu gerçi. Otelin hemen yanında hep çok görmek istediğim soğan kubbeli Rus Ortodoks Kilisesi’nin bulunması beni oldukça mutlu etmişti.
Annem toplantıdayken, babam ve ben şehri şüphesiz Venedik kanallarından daha iyi olan kanallar yoluyla keşfe çıktık. Büyüleyici heykellerle süslenmiş parklari dolaştık. Babam, bir mimar olduğu için, mimarlık fakültesini bulmayı bile başardı. Fakültenin odaları süslü oymalar ve değerli tablolarla kaplı duvarlarıyla birer saray gibiydi. Kimse İngilizce veya Fransızca konuşmadığından iletişimde zorluk çekmiştik.
Hermitaj Müzesi kesinlikle büyüleyiciydi ve bence, muhtemelen British Museum’dan daha iyi.
Otantik bir Rus restoranının penceresiz karanlık odasında yemek yerken, müzisyen bir grubun sadece bizim için en melodik Rus şarkılarını çaldıklarını anımsıyorum.
Şehre ziyaretimiz sırasında, sokaklarda neden bu kadar çok sayıda kadının iş kıyafetleri ve ağır makyaj içinde, yüksek topuklarla mesai saatleri içinde koşuşturduğunu merak etmiştim zamanında. Neden işyerinde değillerdi ve niçin onları açıkça rahatsız eden yüksek topuklu ayakkabıları giymek zorunda hissediyorlardı kendilerini?
Ama benim için en unutulmaz olay, babamla bir taksi maceramız oldu. O zamanlar gerçek taksi olmadığından, özel arabalara otostop yapılırdı. Babamla ben de bunu yaptık ve fiyat konusunda anlaştık. Sürücü bizi gitmek istediğimiz yere götürdü ama aniden daha önce anlaştığımız fiyattan fazlasını istedi. Babam bir cesaretle böyle anlaşmadığımıza dair tartışmaya girdi. Sürücü çok öfkelendi ve biz hala arabadayken arabayı sürmeye başladı. Herhalde kaçırılma korkusuyla, babam sürücünün istediği miktarı vermeyi kabul etti.
Bu Rusya Sovyet rejiminin çöküşünden kısa bir süre sonra ama zenginlik, gelişim ve mafya ülkeyi silip süpürmeden önceydi. şimdi cok farklı olmalı.
No comments:
Post a Comment