Search Travelogueress

Friday, 17 June 2011

Brezilya Son & Peru Bölüm I


Tarih: 19 Aralık 2010
Gün: Pazar
Yer: Sao Paolo Semaları
Dün görüş bulanıklığım artıp, bilincimi yer yer kaybetmeye yaklaştıkça, 7 aylık detoks programımı bir kereliğine mecburen bozup, migrenimi yenmek için acilen iki ağrı kesici almak zorunda kaldım çaresizce. Dün beni güneş ve nemli sıcağın da çarpmış olabileceğini tahmin ediyorum.

Sao Paolo 20 milyonluk nüfusuyla dünyanın en kalabalık devasal kentlerinden biri. Burası Brezilya’nın finansal kalbi. Birçok şirketin ana merkezi burada. Şehrin aslında pek bir özelliği veya güzelliği yok. Kalabalık, karmaşık trafik, gökdelenler ve betonarme binalardan oluşuyor. 
Burası Brezilya’nın iş dünyası olmasına rağmen, halk diğer gittiğimiz yerlere göre çok daha az İngilizce konuşuyor, hatta hiç konuşamıyor. Ama yine de Brezilyalılar inanılmaz misafirperver, kibar ve turistlere yardım etmeye çalışan insanlar. Ben çok sevdim. Canayakınlar.

Sabah erkenden Peru/Lima uçağımıza bindik. Bu uçakta bir çift ve üç küçük çocuğuyla tanıştık. Adam Amerikalı, kadın Perulu. İşin ilginci adam Richmond, Virginia’lı. F. ve benim gittiğimiz üniversitenin kampüsüne çok yakınmış evleri. Bu çift de UVA’ de yüksek lisans yaparken tanışmış. Şimdi adam Sao Paolo’da bir paketleme firmasında çalışıyormuş. Dünya küçük gerçekten.

Bu arada Brezilya’da hiç İngiltere ve Avrupa’daki kadar bir Noel çılgınlığı hissetmedik. Sanki burada yeni yıla, Noel’den daha çok önem veriyorlar. Avrupa’nın tam tersi yani. Pek de dindar bir ülke izlenimi de vermiyorlar. Öyle her mahallede bir kilise filan yok. Hiç gördüğüm diğer Katolik ülkeler gibi değil (pek dindar olmayan Fransa dışında tabii).
...
Tarih: 19 Aralık 2010
Gün: Pazar
Yer: Cusco, Peru
Çalakalem:
“…What does learning mean: accumulating knowledge or transforming your life?”
Paulo Coelho, The Witch of Portobello

Sao Paolo’dan, Lima Peru’ya uçuşumuz 5 saat sürdü. Yemyeşil Brezilya’yı geride bıraktık, Bolivya semalarından geçtik 
ve And Sıradağları kendilerini gösterdi; son olarak da Pasifik Okyanusu kenarında kurulu, kupkuru, sapsarı, içinde tek ağaç göremediğim Lima’ya vardık.

Pasifik Okyanusu’nu ilk görüşüm oldu ve gerçekten de adını hak ediyormuş. Rio’da Atlantik Okyanusu’nda gördüğümüz koca dalgalar burada hiç yok.

Lima Havaalanı’nın Peru ile ilgili bize verdiği ilk intiba, Amerikan markası mağaza ve restoranlarıyla Amerika’dan çok etkilenmiş olması. Bir de eskiden Japon asıllı bir devlet başkanı olan bu ülkede Japon cemiyetinin gerçekten oldukça kalabalık olduğu.

Lima’dan hemen Cusco uçağımızı yakaladık, Amerika kıtasının en eski, 3400 m. yüksekliğindeki şehrine gitmek için. Biliyorum gezegenimizde keşfedilmemiş hiçbir nokta kalmadı. Herkes her yere kolayca gidebiliyor. Uçak yolculuğu seyahat etmeyi herkes için inanılmaz kolaylaştırdı. Ama yine de Peru’da olmaktan dolayı heyecanlanmaktan kendimi alıkoyamıyorum. Öyle olmadığını bilsem de, buraları yeni keşfediyormuşum gibi. Çok şanslı olduğumun farkındayım. Eskiden yeni yerlere gidince bir şeyler hatta insani sevgiyi bulacağımı zannederdim. Şimdi sevdiğim yanımda her yere gidiyorum ve çok mutluyum. Her şeyi unutuveriyorum. Ama hala bu şansımın bir sebebi olması gerektiğini düşünüyor duruyorum. Şundan eminim ki, gezegenimize olan derin sevgim her geçen gün artıyor ve anlam kazanıyor. Hani biz insanoğlu her şeyi yenebiliriz, fethedebiliriz, kontrol edebiliriz zannediyoruz ya, yemyeşil Rio dağları ve Brezilya ormanları, Iguaçu şelaleleri, sapsarı ve gökyüzüne dokunan And Dağları ne kadar yanlış düşündüğümüzü, asıl kuvvetin evimizde olduğunu gösteriyor bana.

Cusco iki katlı kiremit binalardan oluşan, İnka lezzeti taşıyan bir Anadolu kasabasını andıran bir şehir. Ancak böyle tasvir edebilirim. 
İnka yüzleri ve yerel kıyafetleri buraları hiç bırakmamış. En sonunda gerçek, yerel kabileler gördüğüme seviniyorum çünkü Brezilya’da hiç yerel kabile göremedik.
İnka kahramanlarına hala önem verdikleri, onlar adına diktikleri yeni heykellerden belli.
Hotel Archeologo’da Los Olivos isimli odada kalıyoruz. Çok hoş, yerel özellikler barındıran, kişilikli bir otel. 
Şehri gezmeye çıkmadan önce, bu yüksekliğe ve oksijen yetersizliğine alışmamız için en az iki saat dinlenmemiz önerildi. Nitekim F.’in de benim de başımız dönüyor, nefesimiz daralıyor, benim de kulaklarım biraz zonkluyor. Bunları yazarken bile başımı dik tutmakta zorlanıyorum.
 
Akşamüstü yerel kültür merkezinde bir müzik ve dans gösterisi izledik.
Bu sırada buraya vardığımız zamanki muhteşem güneşli, mavi semalı havanın yerini kuvvetli gök gürültülü sağnak yağışa değiştiğini duyabildik.

Akşam yemeğimizi ana meydana bakan Inka Grill’de yedik. Yerel mutfaklar dünya mutfağını birleştiren hoş bir karışım sunuyor. Dinlediğimiz canlı esrarengiz müzik de bizi sanki bir İnka tapınağına götürdu. Yine de İrlanda müziğine benzerliği dikkat çekiciydi.

İnka medeniyetinin başkentinde günümüz ve eski dünyaya dair her şey var. Bilgi çağı dünyayı nerelere, ne hallere getiriyor? Her şey özellikle son 10 yılda çok hızla, büyük ivmeler kat ederek değişti. Cusco televizyonlarında Arap kanallarına rastlamak ya da bu eski şehirde Wi-Fi Internet kullanabilmek beni şaşırtıyor. 
All photos, Copyright Travelogueress

No comments:

Post a Comment