Search Travelogueress

Thursday, 19 May 2011

Brezilya Bölüm I – Günaydın Rio


Tarih: 15 Aralık 2010
Gün: Çarşamba
Yer: Rio de Janeiro
Çalakalem:
-          Brezilya’daki çok farklı ve renkli etnik gruplar, çok iyi bütünleşmiş gibiler. Amerika’da durum içler acısı, Avrupa çok daha iyi ama burası bu konuda Avrupa’dan da iyi gibi. Farklı gruplardan arkadaşlar ve çiftler burada çok olağan.
-          Denize (aslında bu durumda Atlantik Okyanusu oluyor) bakmak için doğuya dönmek nedense bir garip geliyor. Suyu ve öteyi görmek için hep batıya dönmeye alışmışım. Yön dengem biraz şaşırdı.

Son birkaç gündür yıldızlar benim için yanlış sıralanmıştı. Üzerimde günlerdir çalıştığım projede son anda elimde olmadan çıkan teknik problem tüm işimi kaybetmeme neden olunca çok üzüldüm. Bunun yanı sıra, sürekli seyahat ettiğimizden, valizimizi hazırlama ve yanımıza almamız gerekenleri hatırlayacağımıza güvenmemize rağmen, havaalanında fark ettim ki tüm kredi kartlarımı ve ehliyetimi evde unutmuşum. Bu seyahatin yanımızda hem yazlık hem kışlık kıyafetler taşımamızı gerektirmesinden dolayı da aklım karıştı ve getirmemim faydalı olacağı birkaç parçayı unuttum. Ayrıca havaalanında F.’in sırt çantası da fermuarından dolayı kullanılmaz hale gelince, ona yeni çanta almak zorunda kaldık alelacele.

Zaten 12 saatlik yani çok uzun olacak olan uçak yolculuğumuz, uçağın içinde kalkmadan 3,5 saat daha beklemek zorunda kalınca, 15 saate çıktı. Bu tecrübe de seyahat ile ilgili teorimi doğruluyor. Seyahat emeklilikten sonraya ertelenmemeli. Genç yaşta bile çok yorucu ve zor olabilen bu tecrübeler, ileri yaşlarda tam eziyet olur.

Uçağımız tam havalanmak üzereydi ki, uçağın motorlarından birinde sorun çıktı, piste geri döndük ve motorun tamir edilmesini bekledik. Sonra uçaktaki iki kişi ciddi biçimde rahatsızlandı, uçaktan çıkartıldılar. Bu sefer de bu iki kişinin valizlerinin uçaktan çıkartılmasını bekledik.

Neyse, gece yarısından sonra vardığımızda, havaalanında tüm yolcuları karşılayan ve güler yüzle hoş geldiniz diyen yaz elbiseli orta yaşlı kadının sadece bu görev için maaş aldığını düşünüyoruz.

Türk pasaportumla vizesiz ve sorunsuz bu ülkeye girebilmem beni mutlu ediyor. Klimalı havaalanından çıkışımızda ilk farkına vardığımız, yapışık, aşırı rutubetli sıcak hava oldu. Zaten birkaç gündür yağmur yağıyormuş.

Daha önce Rio’ya gelenler, havalimanından şehre giderken favelaların yani Rio’nun meşhur gecekondu mahallelerinin kolayca görüldüğünü söylemişti ama biz gecenin karanlığında, samba müziği eşliğinde arabada giderken, hiçbir şey göremedik. 190 milyon nüfuslu Brezilya’da Rio 9 milyon nüfusa sahip. Bu 9 milyonun 2 milyonu favelalarda yaşıyor.

Kaldığımız Otel Orla, meşhur Copacabana plajına bakan Avenida Atlantica üzerinde. Oda numaramız 508. Bizi idare eder. Ölü balık gibi uyumuşuz yorgunluktan.

Sabah sisli ve bulutlu bir Rio’ya uyandık ama yine de sıcak. 
Copacabana boyunca ilerledik, sonra ilk durağımız, şehrin muhteşem manzaralarını görebildiğimiz helikopter alanı oldu. Bu sırada meşhur İsa heykelinin hala bulutlar ve sis ardında saklı olduğunu görebiliyorduk ama yine de şehrin muhteşem manzarasını da izleyebildik.
Rio’nun mimarisinin hiçbir özelliği yok hatta çirkin. Koloni zamanlarından kalma birkaç Portekiz stili bina görülebiliyor. 
Elbette gelişmekte olan değil, gelişmiş bir ülke olduğu ortada (favelalar dışında).
Rio hakkında duyduklarım ve okuduklarım beni o kadar korkuttu ki evlilik ve nişan yüzüklerimi bile getirmedim bu seyahate dikkat çekmesin diye. Ama şimdiye kadar gayet güvenli, insanlar da gayet kibar görünüyor.

Ama Rio’nun en büyük özelliği muhteşem doğası. 
Okyanus, Lagoa Gölü, yüksek dağ ve kayalıklar, vahşi doğanın hemen şehrin içinde olması, bu şehri çok özel ve güzel kılıyor bence. Manzara gerçekten nefesimizi kesti.
Rehber şehrin kayda değer özellikleri ve tarihi içinde Michael Jackson’ın burada bir favelada „They Don’t Care About Us“ kısa filmini çektiğini ısrarla anlatıyor ve tepeden bu favelayı tüm turistlere gösteriyor. 
Bu favelaya da tur düzenleniyor ancak maalesef son birkaç haftadır favelalar içindeki çeteler arasında şiddetli çatışmalar yaşandığından, F.’le buraya gitmeme kararı aldık. Hâlbuki favelaların birinde MJ’in anısına yapılmış bir heykel de var ve bunu da çok görmek istiyordum. Ne yazık ki sadece bu heykelin resmine bakmakla kalacağım.
Favelalarda görülen her mavi bina ve çatı, buranın polise ait olduğunu ve bu bölgenin silahlardan arındırıldığını gösteriyor.

Sonraki durağımız meşhur İsa heykeli oldu. Helikopter alanındayken, heykelin etrafındaki bulutlar dağılsın diye üfledim, kim bilir belki kelebek etkisiyle bir işe yarar diye. Neyse ki, bulutlar ve sis biraz azaldı ve heykeli görmek mümkün oldu ama buradan şehri görmek imkânsızdı. Yine de hava koşulları heykele ve bölgeye oldukça esrarengiz bir hava kattı.
Burada her noktada yürümeye ve her tırabzana dokunmaya çalıştım [...] için. […] […]

Geri kalan zamanımızı UNESCO tarafından şehir içinde vahşi doğa barındırdığı için dünya mirası ilan edilen Tijuca Parkı’nda geçirdik. Amazonlar’in %60’ı Brezilya’da bulunuyor ve maalesef çok büyük alanları hızla yok oluyor.

Bu vahşi ormanın içinde F.’le bir nevi şoka uğradık çünkü sanki Bangladeş’teki Bandarbhan ormanlarındaydık. Aslında hiçbir farkı yoktu. Yeşilin yoğunluğu dışında, tüm bitki türleri aynı. Tüm ağaçlar, bitkiler, meyveler Bangladeş’le tıpatıp aynı. Ekvator hattındaki tüm tropik ülkeler belli ki aynı doğayı paylaşıyor. Jack meyvesi, 25 tür muz, guava, yine guava ailesinden olan kampuka, 25 bin çeşit orkide (vanilya en bilinen orkideymiş; vanilyanın orkide ailesinden olduğunu hiç bilmiyordum) vs.
Hoş bir sürpriz oldu aslında ve bir nevi Bangladeş’in nüfusu 150 milyon olmasaydı, her şey ne kadar farklı olurdu diye de düşündük ve hayıflandık. Benzerlikler çok. İnsanlar bile Bangladeşlilere benziyor. Oldukça hoşlar ancak çok kilolular (nedenini öğle yemeğinde anladık. Porsiyonlar Amerika’daki gibi çok büyük).

Doğanın Bangladeş’ten tek farkı, burada kahvenin de yetiştiriliyor olması. Aslında Bangladeş’te de yetiştirilebilir istenilse ama ülkede kahve içilmiyor.

Şehre geri döndüğümüzde bulutlar iyice grileşmiş, okyanus iyice koyulaşmıştı. Böylece plajda güneşlenip, suya girme planlarımız suya düştü. Ancak bu bizi Copacabana’da yürüyüş yapmaktan alıkoymadı. 
Pek temiz bir plaj olduğunu söyleyemeyeceğim ama tabii şehre farklı bir hava katıyor. Tahmin edilebileceği gibi plajda futbol oynayanlar, minicik bikiniler içinde (ama oldukça kilolu) kızlar ve sepak isimli eller dışında vücudun diğer her yeri kullanılan voleybol oyununu oynayanlarla dolu.
Londra’yla zaman farkı sadece 2 saat olsa da, sanırım dün yaptığımız yolculuğun verdiği yorgunluktan dolayı, bugün bulunduğumuz yerlerde ve gördüklerimizi düşünürken sanki o an orada değilmişim, farkında değilmişim gibiydi. Şimdi düşünüyorum da gerçekten o favelayı gördüm mü? İsa heykelinin yanında bulundum mu? Copacabana Plajı’nda yürüdüm mü? Hele hele gerçekten Güney Amerika’da mıyım yoksa Güney Asya’da mı?
Dinlenmiş aklımla bu yerleri tekrar görebilmek isterim ama bu mümkün olmayacak.


21:10

Şimdi akşam yemeğinden döndük sıcak, tropik yağmurun altında. Tavsiye edilen Zaza Bistro’ya gittik; iyi ki de buraya gitmişiz. Yarı vejetaryen olarak Güney Amerika’daki et yeme alışkanlığından dolayı ne yiyebileceğim konusunda endişeliydim. Bu akşam yemeği endişelerimi giderdi. Zaza Bistro oldukça şık olsa da, bir yandan da gayet rahat bir yerdi. Çalışanlar güler yüzlü ve kibar. Ama en önemlisi yemekler parmaklarınızı yalatır.

Düşünüyordum da, son 5–6 yıldır tüm dünyada mutfak sanatları inanılmaz ilerleme kaydetti. Her mutfakta bir “fusion” var ve sunuş git gide sanatsallaşıyor; neredeyse çatal batırmaya kıyamıyorsunuz.

Zaza’da da Brezilya’nın tropik meyvelerinden esinlenme yemekleri Avrupa, Hint, Tay ve Japon mutfaklarıyla kaynaşmış. Meze usulü her şeyden biraz biraz deneyelim dedik. Ben tamaralı Hindistan cevizi suyu içtim; oldukça ferahlatıcıydı. Tatlı patates cipsleri başlangıç olarak masaya getirilen balla ve çörek otuyla tatlandırılmış domates, zeytin ve kapari, vasabi ile tatlandırılmış yoğurttan oluşan üç ayrı sosla süslenebiliyor. Karidesli samosalar (Hint böreği) tarçınlı mango reçeli sosla ikram edildi. Tapioka isimli, Brezilyalıların çok sık yediği meze, küçük ekmek rulolarına sarılmış erimiş peynir, domates ve bandırılmak için mango ve limon sosunda sunuluyor. Kızarmış ekmek üzerinde eritilen brie peyniri, bunun üzerinde eklenen ceviz ve karamel sosu da birbirlerine oldukça yakışan karışımlardı. Son olarak tatlı için, büyük bir kase içinde küçük küpler halinde kesilmiş mangoların üstü kuru elma parçacıkları ve şahane Brezilya fıstıklarıyla donatılmış, kasenin iç çevresi de frambuaz sosu ile süslenmişti. Hem damak, hem göz için birer sanat eseri. Muhteşem!
NOTLAR:
-          Brezilya’ya gelmeden önce, İran’dan veya Suriye’den hiç endişelenmediğim ve korkmadığım kadar korktum.
-          Orta sınıf kesimin mahallelerinden geçerken, bu binaları ve sokakları daha önce birkaç kez rüyalarımda gördüğümü (ama İzmir olarak) fark ettim. Belki de insanın ruhu, vücudundan daha önce seyahat ediyor.
-          Neden Amerika kıtasında değil de, güney İspanya’daki Costa del Sol ya da yer yer Güney Asya’daymışım gibi hissettiğimi anladım. Burada sokaklarda yürünebiliniyor, tatlı hayat kolay ve yavaştan alınıyor, zevki çıkarılıyor. O yüzden A.B.D’den daha Avrupai.
-          Burada saçımı stile sokmakla vakit harcamak saçma, anladım. Sabahtan beri rutubetten saçlarım neredeyse bir Afro stili gibi kabardı. 
All photos & videos, Copyright Travelogueress

No comments:

Post a Comment