Hayatımın muhtemelen en önemli sekiz yıllık dönemi Fransız kültürü ve lisani içinde geçti. İstanbul'daki Fransız okullarının bir öğrencisi olarak, her ne kadar etrafımdakilerin hoşuna gitmese Fransa’ya karşı belki de önyargılı bir beğenim oldu. Gençken hep Paris'te yaşamı ve eğitim görmeyi hayal ettim.
Paris’e ilk ziyaretim on beş yaşımda oldu. Hava soğuktu, her şey gözüme büyük ve mesafeli gelmişti. Ancak, Paris’in romantik cazibesi kaçınılmazdı. Aynı yılın yaz aylarında, Marsilya’daki uluslararası dans festivaline bir Türk dans topluluğunun üyesi olarak katıldım. O zaman dahi var olan seyahat etmeğe olan tutkum grubun diğer üyelerini Nice, Aix-en-Provence ve Monako ziyaretleri yapmamız için ikna etmeme neden oldu. Hayatta hiçbir şeyin ertelenmemesi gerektiğine inanıyorum. Geleceğin ne getireceğini bilemeyiz.
O yaz Fransa'nın güneyinde rüya gibi bir vakit geçirdik. Bu ailem olmadan ilk yurtdışı gezimdi. Aynı zamanda sahnede ilk profesyonel dans deneyimim oldu. Dünyanın çeşitli köşelerinden arkadaşlar edinmek harikaydı. Provence’ın küçük kasabalarında yaptığımız gösteriler ömür boyu ancak bir kere elde edilebilecek fırsatlardı.
Aynı yıl Paris’teyken, aslında EuroDisney’deyken, derinden önemsediğim bir kimsenin de orada olduğu haberini aldım. EuroDisney’deki bütün günümü bu kişiyi karşımda bulma umuduyla arayış içinde geçirmiştim.
Çok sonraları, aynı yılın yaz aylarında, ben Marsilya’dayken aynı kişinin yine benimle aynı anda Fransa’da olduğunu öğrendim. Ancak kader yine yolumuzu kesiştirmemişti.
Yıllar sonra üniversitedeyken, 6 ay boyunca Paris’te bir değişim programı bünyesinde okuma fırsatına balıklama atladım. Bir rüyam gerçek olmuştu. Paris’te yaşadığım 6 ay boyunca, Paris’i yedim, soludum ve yaşadım. Benim için bu şehrin sokaklarında yürümekten daha makbul bir şey yoktu. Evet kirli, evet Paris’liler kaba olabiliyor. Ancak Paris Paris. Tüm şehri yürümek çok kolay ve her köşesinde mimarisinin zarafetinde, caddelerinde, bohem Montmartre ve Le Marais’de, zengin ve çeşitli Louvre, Musee d'Orsay ve hatta Picasso Müzesi’nde kendinizi kaybetmeniz çok olağan.
Paris’te geçirdiğim 6 aydan sonra ABD’ye dönmek zorunda kaldıktan sonra, Paris’i gerçekten çok özledim. Paris’i düşledim hemen hemen her gece. Onun zarafet ve yaşam biçimi özledim. Ve acaba bir daha geri dönebilecek miyim diye merak ettim.
O zamandan beri, Paris'e iş gezileri vesileleriyle gitme fırsatım oldu. Ama en önemlisi, orada nişanlandım. Tüm organizasyon tabii benim için bir sürpriz oldu ... Kabul etmeliyim ki hayat bana Paris konusunda çok iyi davrandı.
Paris’te yaşadığım dönemde, Güney Fransa’yı, Nice’i ve Monako’yu tekrar ziyaret etme fırsatım oldu. Buralara ikinci kez gelebileceğim kimin aklına gelirdi?
Bordeaux, Lille ve Burgundy de ayrıca ülke genelindeki gezilerim arasında yer aldı. Ben İstanbul'da bir öğrenciyken, o zamanlar izleyebildiğimiz tek Fransız kanalı TV5’ti. Bu kanal, Bordeaux’da bağlarda çalışan bir aileyi konu alan bir dizi gösterirdi. Her bölümün sadık takipçisi olmama rağmen simdi dizinin ismini hatırlayamam gülünç.
Paris’e taşınır taşınmaz, ilk yaptıklarımdan biri bir çift Amerikalı öğrenciyi benimle Bordeaux’ya bir hafta sonu gezisi yapmaları için ikna etmek oldu. Bordeaux’daki bağ ve malikane turlarımız harikaydı. Aynı aksam, şehir merkezindeki bir restoranda garsonun tepsideki bütün yemekleri üzerime döktüğünü hatırlıyorum. Mutlu anılar ...
Lille hoş olsa da diğer Avrupa, özellikle Benelüks kentlerinden ayırt etmek güç. Öte yandan Burgundy bölgesi tek kelimeyle harika.
Burgundy’nin aralıksız güneş yanığı sarı hardal tarlaları her zaman bana Sting'in "Fields of Gold” şarkısını hatırlatmıştır. Dijon hardalı da buradan gelmektedir. Dijon’da hoş bir şarap tadımı turu yaptığımızı zevkle hatırlıyorum.
Saint Tropez’yi de her zaman görmek istemişimdir ama birçok arkadaşım buranın zevksiz ve kalitesiz bir yer olduğundan bahsetti hep. Ama bir kez daha Monako’ya bir iş gezisi yapma fırsatıyla karşı karşıya gelince, bu sefer Saint Tropez’yi görme şansını kaçırmak istemedim. Sonuçta, Monako’ya da üçüncü kez gideceğimi hiç düşünmezdim. Şimdiye kadar şanslı olsam da, Saint Tropez’ye gitme fırsatını bir daha yakalayabileceğimi garantileyemezdim.
İyi ki gitmişim. Bu kenti hiç kalitesiz ve zevksiz bulmadım. Belki savurgan parti sahnesini görmemiş olmam, izlenimlerimin olumlu olmasını sağladı. Kent harika ve şirin. Köyler, özellikle Grimaud, üzüm bağları, plajlar kesinlikle muhteşem. Kitaplarda okuduğum ve hayal ettiğim Provence’la tıpatıp eşdeğer bir yer.
Tren bağlantısı olmadığı için, Saint Tropez’ye ulaşmak için araba kiralamak en iyi çözüm. Bence ruhsuz ve çakıl plajlı Nice’te vakit kaybedeceğinize Saint Tropez’de daha fazla zaman harcayın.
Monako ve Monte Carlo’ya gelince ... Küçük bir alana çok şey sığdırılmış. Güneş ışığı ve berrak mavi deniz her şeyi elbette olduğundan daha da güzel gösterebiliyor. Herhalde burası cazibesini ihtişamından alıyor. Eğer ihtişam ilginizi çeken bir nitelikse…
All photos, Copyright Travelogueress
Paris’e ilk ziyaretim on beş yaşımda oldu. Hava soğuktu, her şey gözüme büyük ve mesafeli gelmişti. Ancak, Paris’in romantik cazibesi kaçınılmazdı. Aynı yılın yaz aylarında, Marsilya’daki uluslararası dans festivaline bir Türk dans topluluğunun üyesi olarak katıldım. O zaman dahi var olan seyahat etmeğe olan tutkum grubun diğer üyelerini Nice, Aix-en-Provence ve Monako ziyaretleri yapmamız için ikna etmeme neden oldu. Hayatta hiçbir şeyin ertelenmemesi gerektiğine inanıyorum. Geleceğin ne getireceğini bilemeyiz.
O yaz Fransa'nın güneyinde rüya gibi bir vakit geçirdik. Bu ailem olmadan ilk yurtdışı gezimdi. Aynı zamanda sahnede ilk profesyonel dans deneyimim oldu. Dünyanın çeşitli köşelerinden arkadaşlar edinmek harikaydı. Provence’ın küçük kasabalarında yaptığımız gösteriler ömür boyu ancak bir kere elde edilebilecek fırsatlardı.
Aynı yıl Paris’teyken, aslında EuroDisney’deyken, derinden önemsediğim bir kimsenin de orada olduğu haberini aldım. EuroDisney’deki bütün günümü bu kişiyi karşımda bulma umuduyla arayış içinde geçirmiştim.
Çok sonraları, aynı yılın yaz aylarında, ben Marsilya’dayken aynı kişinin yine benimle aynı anda Fransa’da olduğunu öğrendim. Ancak kader yine yolumuzu kesiştirmemişti.
Yıllar sonra üniversitedeyken, 6 ay boyunca Paris’te bir değişim programı bünyesinde okuma fırsatına balıklama atladım. Bir rüyam gerçek olmuştu. Paris’te yaşadığım 6 ay boyunca, Paris’i yedim, soludum ve yaşadım. Benim için bu şehrin sokaklarında yürümekten daha makbul bir şey yoktu. Evet kirli, evet Paris’liler kaba olabiliyor. Ancak Paris Paris. Tüm şehri yürümek çok kolay ve her köşesinde mimarisinin zarafetinde, caddelerinde, bohem Montmartre ve Le Marais’de, zengin ve çeşitli Louvre, Musee d'Orsay ve hatta Picasso Müzesi’nde kendinizi kaybetmeniz çok olağan.
Paris’te geçirdiğim 6 aydan sonra ABD’ye dönmek zorunda kaldıktan sonra, Paris’i gerçekten çok özledim. Paris’i düşledim hemen hemen her gece. Onun zarafet ve yaşam biçimi özledim. Ve acaba bir daha geri dönebilecek miyim diye merak ettim.
O zamandan beri, Paris'e iş gezileri vesileleriyle gitme fırsatım oldu. Ama en önemlisi, orada nişanlandım. Tüm organizasyon tabii benim için bir sürpriz oldu ... Kabul etmeliyim ki hayat bana Paris konusunda çok iyi davrandı.
Paris’te yaşadığım dönemde, Güney Fransa’yı, Nice’i ve Monako’yu tekrar ziyaret etme fırsatım oldu. Buralara ikinci kez gelebileceğim kimin aklına gelirdi?
Bordeaux, Lille ve Burgundy de ayrıca ülke genelindeki gezilerim arasında yer aldı. Ben İstanbul'da bir öğrenciyken, o zamanlar izleyebildiğimiz tek Fransız kanalı TV5’ti. Bu kanal, Bordeaux’da bağlarda çalışan bir aileyi konu alan bir dizi gösterirdi. Her bölümün sadık takipçisi olmama rağmen simdi dizinin ismini hatırlayamam gülünç.
Paris’e taşınır taşınmaz, ilk yaptıklarımdan biri bir çift Amerikalı öğrenciyi benimle Bordeaux’ya bir hafta sonu gezisi yapmaları için ikna etmek oldu. Bordeaux’daki bağ ve malikane turlarımız harikaydı. Aynı aksam, şehir merkezindeki bir restoranda garsonun tepsideki bütün yemekleri üzerime döktüğünü hatırlıyorum. Mutlu anılar ...
Lille hoş olsa da diğer Avrupa, özellikle Benelüks kentlerinden ayırt etmek güç. Öte yandan Burgundy bölgesi tek kelimeyle harika.
Burgundy’nin aralıksız güneş yanığı sarı hardal tarlaları her zaman bana Sting'in "Fields of Gold” şarkısını hatırlatmıştır. Dijon hardalı da buradan gelmektedir. Dijon’da hoş bir şarap tadımı turu yaptığımızı zevkle hatırlıyorum.
Saint Tropez’yi de her zaman görmek istemişimdir ama birçok arkadaşım buranın zevksiz ve kalitesiz bir yer olduğundan bahsetti hep. Ama bir kez daha Monako’ya bir iş gezisi yapma fırsatıyla karşı karşıya gelince, bu sefer Saint Tropez’yi görme şansını kaçırmak istemedim. Sonuçta, Monako’ya da üçüncü kez gideceğimi hiç düşünmezdim. Şimdiye kadar şanslı olsam da, Saint Tropez’ye gitme fırsatını bir daha yakalayabileceğimi garantileyemezdim.
İyi ki gitmişim. Bu kenti hiç kalitesiz ve zevksiz bulmadım. Belki savurgan parti sahnesini görmemiş olmam, izlenimlerimin olumlu olmasını sağladı. Kent harika ve şirin. Köyler, özellikle Grimaud, üzüm bağları, plajlar kesinlikle muhteşem. Kitaplarda okuduğum ve hayal ettiğim Provence’la tıpatıp eşdeğer bir yer.
Tren bağlantısı olmadığı için, Saint Tropez’ye ulaşmak için araba kiralamak en iyi çözüm. Bence ruhsuz ve çakıl plajlı Nice’te vakit kaybedeceğinize Saint Tropez’de daha fazla zaman harcayın.
Monako ve Monte Carlo’ya gelince ... Küçük bir alana çok şey sığdırılmış. Güneş ışığı ve berrak mavi deniz her şeyi elbette olduğundan daha da güzel gösterebiliyor. Herhalde burası cazibesini ihtişamından alıyor. Eğer ihtişam ilginizi çeken bir nitelikse…
All photos, Copyright Travelogueress
No comments:
Post a Comment