Search Travelogueress

Friday, 30 July 2010

France & Monaco

Eight years of probably the most important period of my life has been spent being cultivated in the French culture and language. As a devout student of French missionary schools in Istanbul, I always had a biased admiration toward the country, much to the dislike of people around me. As a young teenager, I dreamt of living and studying in Paris.
I had the opportunity to first visit Paris when I was fifteen. It was cold, it was distant and it was grand. Yet, it had the romantic charm that only Paris could offer. In the summer of the same year, I participated in an international dance festival in Marseille as part of a Turkish dance troupe. Passion for travel was already so engraved in me that I had convinced the rest of the group to make visits to Aix-en-Provence and Monaco. I always believe that one should never postpone anything in life. You never know what’s going to come next.
I had a dreamy time in the South of France that summer. It was my first trip abroad without my parents and my first experience of dancing on stage professionally. It was simply wonderful to spend time with friends from various corners of the world. The shows we have done in small towns of the Provence was a once in a lifetime opportunity to visit those places.

When I was in Paris that year, more specifically in EuroDisney, I had received news that someone I care deeply about was also there. I had spent all my hours at Eurodisney searching around, hoping to come across that person without success.

Years later, I have found out that in the same summer, that same person was again in France at the same time as me. Fate had again not allowed to cross paths.

When I was at university, I jumped at the opportunity to do a study exchange programme for 6 months in Paris. It was my dream come true. During those 6 months, I have truly ate, breathed, lived Paris. There was nothing more I liked than simply walking in the streets of this beloved city. Yes it can be dirty, yes its habitants can be rude. But there is something about Paris. It is so easy to walk around and at each corner devour the gracefulness of the architecture, the layout of avenues, the bohemian charm of Montmartre, Le Marais and lose yourself in the richness and variety of the Louvre, Musee d’Orsay or even the Picasso Museum.

When I had to return to the US after my 6 months in Paris, I really missed being there. I dreamt of Paris almost every other night. I missed its elegance and way of life. And I wondered when and if I would ever be back.

Since then, I had the opportunity to go to Paris on various occasions for business trips. But most importantly, I went there to get engaged. The whole arrangement was of course a surprise for me…I have to say, life has been good to me.

When I was living in Paris, I also had the chance go back to South of France and re-visit Nice and Monaco. Who would have thought for a second time?

Bordeaux, Lille and Burgundy were also among my trips across the country. As a student in Istanbul, the only French TV channel we used to receive was TV5. On this channel, they used to show a drama series about a family running vineyard in Bordeaux. It’s funny how the name of the show escapes me considering I was an eager follower of every episode.

As soon as I moved to Paris, I practically forced a couple of American students to join me for a weekend trip to Bordeaux. Our tours around the different vineyards and mansions were wonderful. I remember going to a restaurant in the town centre where the waiter dropped the entire tray of food on me. Happy memories…

Whilst pretty, Lille is hard to differentiate from other European, especially Benelux cities. Burgundy on the other hand is a marvel.

The endless sun-kissed yellow mustard fields of Burgundy always reminded me of Sting’s “Fields of Gold.” This is where the Dijon mustard comes from. In Dijon, I still remember my enjoyment after a delightful wine tasting tour.

I had always wanted to see Saint Tropez as well but I was often discouraged to do so by friends who thought that it is a tacky place. But once the opportunity to visit Monaco one more time for a business trip arose, I did not want to miss the opportunity to make a quick trip to the town. After all, even though I would have never thought that I would go to Monaco for a third time, there is no guarantee in life that I would get another chance to go to Saint Tropez.

And I am glad I went. It was not tacky at all. Maybe I missed the extravagant party scene, which helped my impressions of Saint Tropez to be positive. The town itself is simply marvelous and cute. The villages, especially Grimaud, vineyards, beaches are absolutely gorgeous. It is exactly how I always imagined Provence to be like.
Saint Tropez is out of the way as there is no train link and it is easier to rent a car and drive but it is definitely worth the trip. I would say skip the soulless city of Nice and its pebbled beach. Rather spend time in Saint Tropez.

As for, Monaco and Monte Carlo…it is a lot in a small place. It is not beautiful by any means but sunshine and clear blue sea make everything look nice. I guess it’s appeal is all about the glamour, if that is the sort of thing you are into.


All photos, Copyright Travelogueress

Fransa ve Monako

Hayatımın muhtemelen en önemli sekiz yıllık dönemi Fransız kültürü ve lisani içinde geçti. İstanbul'daki Fransız okullarının bir öğrencisi olarak, her ne kadar etrafımdakilerin hoşuna gitmese Fransa’ya karşı belki de önyargılı bir beğenim oldu. Gençken hep Paris'te yaşamı ve eğitim görmeyi hayal ettim.

Paris’e ilk ziyaretim on beş yaşımda oldu. Hava soğuktu, her şey gözüme büyük ve mesafeli gelmişti. Ancak, Paris’in romantik cazibesi kaçınılmazdı. Aynı yılın yaz aylarında, Marsilya’daki uluslararası dans festivaline bir Türk dans topluluğunun üyesi olarak katıldım. O zaman dahi var olan seyahat etmeğe olan tutkum grubun diğer üyelerini Nice, Aix-en-Provence ve Monako ziyaretleri yapmamız için ikna etmeme neden oldu. Hayatta hiçbir şeyin ertelenmemesi gerektiğine inanıyorum. Geleceğin ne getireceğini bilemeyiz.
O yaz Fransa'nın güneyinde rüya gibi bir vakit geçirdik. Bu ailem olmadan ilk yurtdışı gezimdi. Aynı zamanda sahnede ilk profesyonel dans deneyimim oldu. Dünyanın çeşitli köşelerinden arkadaşlar edinmek harikaydı. Provence’ın küçük kasabalarında yaptığımız gösteriler ömür boyu ancak bir kere elde edilebilecek fırsatlardı.

Aynı yıl Paris’teyken, aslında EuroDisney’deyken, derinden önemsediğim bir kimsenin de orada olduğu haberini aldım. EuroDisney’deki bütün günümü bu kişiyi karşımda bulma umuduyla arayış içinde geçirmiştim.

Çok sonraları, aynı yılın yaz aylarında, ben Marsilya’dayken aynı kişinin yine benimle aynı anda Fransa’da olduğunu öğrendim. Ancak kader yine yolumuzu kesiştirmemişti.

Yıllar sonra üniversitedeyken, 6 ay boyunca Paris’te bir değişim programı bünyesinde okuma fırsatına balıklama atladım. Bir rüyam gerçek olmuştu. Paris’te yaşadığım 6 ay boyunca, Paris’i yedim, soludum ve yaşadım. Benim için bu şehrin sokaklarında yürümekten daha makbul bir şey yoktu. Evet kirli, evet Paris’liler kaba olabiliyor. Ancak Paris Paris. Tüm şehri yürümek çok kolay ve her köşesinde mimarisinin zarafetinde, caddelerinde, bohem Montmartre ve Le Marais’de, zengin ve çeşitli Louvre, Musee d'Orsay ve hatta Picasso Müzesi’nde kendinizi kaybetmeniz çok olağan.

Paris’te geçirdiğim 6 aydan sonra ABD’ye dönmek zorunda kaldıktan sonra, Paris’i gerçekten çok özledim. Paris’i düşledim hemen hemen her gece. Onun zarafet ve yaşam biçimi özledim. Ve acaba bir daha geri dönebilecek miyim diye merak ettim.

O zamandan beri, Paris'e iş gezileri vesileleriyle gitme fırsatım oldu. Ama en önemlisi, orada nişanlandım. Tüm organizasyon tabii benim için bir sürpriz oldu ... Kabul etmeliyim ki hayat bana Paris konusunda çok iyi davrandı.

Paris’te yaşadığım dönemde, Güney Fransa’yı, Nice’i ve Monako’yu tekrar ziyaret etme fırsatım oldu. Buralara ikinci kez gelebileceğim kimin aklına gelirdi?

Bordeaux, Lille ve Burgundy de ayrıca ülke genelindeki gezilerim arasında yer aldı. Ben İstanbul'da bir öğrenciyken, o zamanlar izleyebildiğimiz tek Fransız kanalı TV5’ti. Bu kanal, Bordeaux’da bağlarda çalışan bir aileyi konu alan bir dizi gösterirdi. Her bölümün sadık takipçisi olmama rağmen simdi dizinin ismini hatırlayamam gülünç.

Paris’e taşınır taşınmaz, ilk yaptıklarımdan biri bir çift Amerikalı öğrenciyi benimle Bordeaux’ya bir hafta sonu gezisi yapmaları için ikna etmek oldu. Bordeaux’daki bağ ve malikane turlarımız harikaydı. Aynı aksam, şehir merkezindeki bir restoranda garsonun tepsideki bütün yemekleri üzerime döktüğünü hatırlıyorum. Mutlu anılar ...

Lille hoş olsa da diğer Avrupa, özellikle Benelüks kentlerinden ayırt etmek güç. Öte yandan Burgundy bölgesi tek kelimeyle harika.

Burgundy’nin aralıksız güneş yanığı sarı hardal tarlaları her zaman bana Sting'in "Fields of Gold” şarkısını hatırlatmıştır. Dijon hardalı da buradan gelmektedir. Dijon’da hoş bir şarap tadımı turu yaptığımızı zevkle hatırlıyorum.

Saint Tropez’yi de her zaman görmek istemişimdir ama birçok arkadaşım buranın zevksiz ve kalitesiz bir yer olduğundan bahsetti hep. Ama bir kez daha Monako’ya bir iş gezisi yapma fırsatıyla karşı karşıya gelince, bu sefer Saint Tropez’yi görme şansını kaçırmak istemedim. Sonuçta, Monako’ya da üçüncü kez gideceğimi hiç düşünmezdim. Şimdiye kadar şanslı olsam da, Saint Tropez’ye gitme fırsatını bir daha yakalayabileceğimi garantileyemezdim.

İyi ki gitmişim. Bu kenti hiç kalitesiz ve zevksiz bulmadım. Belki savurgan parti sahnesini görmemiş olmam, izlenimlerimin olumlu olmasını sağladı. Kent harika ve şirin. Köyler, özellikle Grimaud, üzüm bağları, plajlar kesinlikle muhteşem. Kitaplarda okuduğum ve hayal ettiğim Provence’la tıpatıp eşdeğer bir yer.

Tren bağlantısı olmadığı için, Saint Tropez’ye ulaşmak için araba kiralamak en iyi çözüm. Bence ruhsuz ve çakıl plajlı Nice’te vakit kaybedeceğinize Saint Tropez’de daha fazla zaman harcayın.

Monako ve Monte Carlo’ya gelince ... Küçük bir alana çok şey sığdırılmış. Güneş ışığı ve berrak mavi deniz her şeyi elbette olduğundan daha da güzel gösterebiliyor. Herhalde burası cazibesini ihtişamından alıyor. Eğer ihtişam ilginizi çeken bir nitelikse…

All photos, Copyright Travelogueress

Friday, 23 July 2010

Santorini

Unfortunately, my visit to this magical place was during the darkest time of my life. I was physically and emotionally anguished by grief and anxiety. I still had to go due to various reasons.

Given my state of mind and heart at the time, I could not bring myself to physically hold a pen and keep a diary.
For this reason, I will leave it to you to enjoy one of most beautiful pieces of land and unquestionably the most romantic place on Earth through the pictures I have taken. It is up to you to feel through these pictures and form your opinions about dreamy Santorini.

All photos, Copyright Travelogueress

Santorini

Ne yazık ki bu büyülü yere ziyaretim hayatımın en karanlık döneminde oldu. Fiziksel ve duygusal açıdan üzüntü ve kaygıların yarattığı ızdırapla doluydum. Yine de Santorini’ye farklı nedenlerden dolayı gitmek zorunda kaldım.

O zamanki aklımın ve kalbimin durumu nedeniyle, kendimde bir kalem bile tutacak fiziksel gücü bulamadığım için günlük tutamadım.
Bu nedenle, dünyanın en güzel topraklarından biri olan ve kuşkusuz en romantik adası olan Santorini’nin zevkini fotoğraflarımdan çıkarmayı size bırakacağım. Resimlerin aracılığıyla rüyası Santorini’yi hissetmek ve hakkında görüş oluşturmak size kalmış.

All photos, Copyright Travelogueress

Saturday, 17 July 2010

Brighton

On the few sunny days you get in England, if you are lucky, there are only a low number of things you can do. You can go to a park. You can organise a barbecue. Or you can make a quick 1 hour train journey to Brighton to get to the seaside.

Brighton is the hip and bohemian town of England. It has its special place in the country. Everyone knows that the craziest parties take place here, that the residents are the most open-minded with regards to lifestyle, fashion, food and sexuality.

Even the architecture is more open-minded with its bright, pastel coloured houses.

As for the beach…Don’t expect anything fancy, especially if you are from a country with sandy, sunny beaches and clear waters. The beach here is pebbly, water is cold and smelly. However, it can still quench your longing for sea air on a nice day.
All photos, Copyright Travelogueress

Brighton

Eğer İngiltere'de az rastlanan güneşli bir günü yakalayacak kadar şanslıysanız, yapabileceğiniz şeylerin sayısı düşük. Bir parka gidebilirsiniz. Bir barbekü düzenleyebilirsiniz. Ya da sahile ulaşmak için Brighton’a hızlı bir saatlik tren yolculuğu yapabilirsiniz.

Brighton İngiltere'nin hippi ve bohem şehri. Bu ülkede özel bir yere sahip. En çılgın partiler burada. Bu kentin sakinleri yaşam tarzı, moda, gıda ve cinsellik açısından açık fikirlilikleriyle bilinir.

Hatta buranın mimarisi dahi ülkenin diğer kentlerinden daha parlak, pastel renkli evlerden oluşuyor.

Plaja gelince ... Herhangi bir şey beklemeyin; özellikle kumlu ve güneşli plajlara ve berrak sulara sahip bir ülkeden geliyorsanız. Plaj burada çakıllı, su soğuk ve kötü kokulu. Ancak, yine de güzel bir günde deniz havası özlemini gidermek için bir seçenek.
All photos, Copyright Travelogueress

Friday, 9 July 2010

Cambridge

Another academically well-known English town: Cambridge. The lucky students don’t only enjoy the reputation of the many colleges in this university town.

They are also surrounded by spectacular scenes of the river Cam and the romantic gondoliers on it.

The idyllic scenery and life created by the social comforts provided by the university coupled with elegant churches, buildings and cobblestone streets would stop any student from graduating and taking the rat-race plunge in the City. Who could blame them?
All photos, Copyright Travelogueress

Cambridge

Akademik ünüyle bilinen başka bir İngiliz şehri daha: Cambridge. Şanslı öğrenciler sadece bu üniversite kentinin şöhretinin tadını çıkarmakla yetinmek zorunda değiller.

Ayrıca Cam nehrinin yarattığı muhteşem manzaralar ve üzerinden geçen romantik gondol sahneleriyle de çevrililer.

Universitenin sağladığı sosyal konforun getirdiği sakin yaşam tarzı ve manzara, zarif kiliseler, binalar ve arnavut kaldırımlı sokakları ile birleştiğinde öğrencilerin buradan mezun olmak ve Londra’daki at yarışı hayatına dalmak istememeleri çok normal olurdu. Böyle bir durumda onları kim suçlayabilirdi ki?
All photos, Copyright Travelogueress

Saturday, 3 July 2010

BATH

Here’s another fantastic day trip option from London. Easily step into the glamour of undisturbed Roman baths and Georgian houses in the funnily named town of Bath.

Bath’s beauty is so picture-perfect, it is almost surreal. You would have a very difficult time spotting a single structure, which modern or even ugly.

Perfectly crescent shaped buildings and streets, the unique boutique shops, green meadows where you can watch a cricket game played under the sunshine, the delightful cafes by the river and, of course, the most important of all, the baths are among all the pleasures that the town of Bath can offer you in one day.

You must enjoy it to the fullest!
All photos, Copyright Travelogueress

BATH

İşte Londra’ya yakın başka bir günlük gezi seçeneği daha. Tuhaf isimlendirilmiş bu şehirde (Hamam), zamana boyun eğmemiş, Roma’lardan kalma hamamların ve Kral George döneminde inşaa edilmiş evlerin güzelliğine doyabilirsiniz.

Bath ancak resimlerde elde edilebilecek mükemmellikteki zerafeti nedeniyle, neredeyse gerçeküstü bir yaşam alanı. Burada modern ve çirkin bir yapıya rastlamanız oldukça imkansız.

Mükemmel hizada inşaa edilmiş hilal şeklindeki binalar ve sokakların, benzersiz butik mağazaların, nehir kenarındaki hoş kafelerin, güneşin altındaki yeşil çayırlarda oynanan kriket oyunlarının ve, en önemlisi, hamamların tadına sadece bir gün içinde varabilirsiniz.

Tamamen zevkini çıkarın!
All photos, Copyright Travelogueress